KURT YAVRUSU
  ORTADOĞU GAZETESİNDE YAYINLANAN YAZILAR ARŞİVİ-2
 


ein Bild

AÇLIK SİYASETİ

18/09/2007

 

İftar yemeği verilen herkesin gerçek ihtiyaç sahibi olduğunu düşünülürse, AKP´nin Türk milletini nasıl süründürdüğü ve bir öğün yemeğe muhtaç ettiği kendiliğinden ortaya çıkıyor

İftar yemeği verilen herkesin gerçek ihtiyaç sahibi olduğunu düşünülürse, AKP'nin Türk milletini nasıl süründürdüğü ve bir öğün yemeğe muhtaç ettiği kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Bir ay boyunca 20 milyon kişi, bir kap yemek uğruna saatlerce kuyruk bekleyip, görevlilerin insafına göre karnını doyuracak. Bu çarpık ve istismarcı zihniyetin doğal sonucu olarak gerçek ihtiyaç sahipleri, yardıma muhtaç olanlar, işsiz ve yetimler bekledikleri yardımı ve ilgiyi bir türlü göremiyorlar. AKP için önemli olan gerçek ihtiyaç sahiplerini bulmak değil, mümkün olduğu kadar çok insanı istismar etmek ve potansiyel oy deposu haline dönüştürmektir.

Başbakan ve bazı bakanlar da gidip o çadırlarda iftar ederek, istismarı ve insanların dini inançlarını sömürmeyi biraz daha ileri götüreceklerdir. Ramazan bittiği zaman birileri köşeyi dönmüş, birileri oy toplamış, birileri kanayan vicdanlarını bastırmış olacak. Sayısı 2 milyonu bulan açlık sınırının altındaki insanlar yine bir dilim ekmek için çöplükleri karıştıracak. Sayısı 20 milyonu bulan yoksulluk sınırının altındaki insan yine ekmeğine katık yapacak bir şey bulmak için kırk türlü hesap yapacak. 

Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek'le başlayan ve bütün AKP'li belediyeleri saran sadaka zihniyeti, ramazan ayıyla birlikte doruğa çıktı. Sadaka kültürünün sembolü olan iftar çadırları Büyükşehirlerde mantar gibi yayılırken, milletin dini duygularını ve hassasiyetlerini istismarın aracı olan gıda torbaları da dağıtılmaya başladı. Bu anlayış, gerçek ihtiyaç sahiplerini gölgede bırakırken, yeni rant kapıları açıyor ve yeni yandaşlar doğruyor.

20 milyon kişi çadırdan yiyor

Açıklanan rakamlara göre, bu ramazan ayında Ankara'da 3 milyon, İstanbul'da 5 milyon, diğer büyükşehirlerde de 7 milyon olmak üzere, toplam 15 milyon kişiye bedava iftar yemeği verilecek. Anadolu'daki diğer şehirlerle birlikte bu rakam 20 milyon kişiyi buluyor. Ortalama günde 600 ile 750 bin kişiye belediyelerin çadırında iftar yemeği veriliyor.

 Bir kap yemeğe muhtaç idildik

Bu rakamlar Türkiye'nin gerçek fotoğrafını çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. İftar yemeği verilen herkesin gerçek ihtiyaç sahibi olduğunu

----------------------------------------------------------21/09/2007'de Yayınlandı

TÜRKİYE´NİN GELECEĞİ: KABA BİR UYANIŞ VEYA TİTREYİP KENDİNE DÖNÜŞ

 

Ramazan K.KURT                                                                                                      21.09.2007

Ben Türkiye'nin aşığıyım. ABD'de ve Kanada'da vatansız Filistinlileri, Afganistanlıları, İranlıları gördükten sonra Mustafa Kemal Atatürk ve Kuvayi Milliye'nin kurduğu Cumhuriyet Türkiyesi'ni daha çok sevdim.

12 Eylül 1980 öncesinde ülkemizin komünist bir saldırı sürecinden geçtiği dönemler ile bugüne baktığımda… Bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu durum fevkalade daha vahim.

"Netekim"ci ve federasyoncu Kenan Evren ve arkadaşlarının "Our boys have done it" destekli 12 Eylül darbesi, 28 Şubat 1997 post modern darbesi ve 27 Nisan 2007 e-bildirisi ile "cumhuriyet mitingleri" denen ucubenin konuşmacıları ile sloganları Türkiye'yi öyle bir siyasi ve ekonomik dönüşüme tabii tuttu ki, 26 milyon açlık sınırındaki insanımız dahil "başörtüsü" ile "dindar Cumhurbaşkanı seçtirmediler"in peşine takıldı. Ayrıca Yaşar Büyükanıt, Hilmi Özkök'ü aratır hale geldi.

"Ekonomik stabiliteyi koruyalım" propagandası bir taraftan 26 dolar milyarderimiz tarafından desteklenirken, öte yandan "sadaka ekonomisi-kültürü" ile devşirilmiş milyonlarca insanımız tarafından da desteklendi.

Sonuç malum.

Türk milleti ateşin tam ortasına balıklama atlıyor ve hala bunun farkında değil.

Türkiye'yi milli, laik, üniter devlet; Müslüman Türk milleti zemininde tutan tek devlet, tek millet, tek dil, tek bayrak…

Bunları naif demeçler, naif siyasi projelerle adeta lale bahçesinde parmaklarının ucuna basarak yürümekle ayakta tutmak mümkün değildir artık.

Bunun hesabı yüzde 47'ye sebep olanlardan sorulmadan, yüzde 14'ü suçlamaya kalkmak abesle iştigalin ta kendisidir.

22 Temmuz'dan sonra bu mesajı her türlü iletişim vasıtası kullanılarak evlere tek tek gönderme zamanı gelmiş, geçmektedir.

Eğer Türkiye Cumhuriyeti'ni koruyacaksak öncelik eğitimlilerden ve hali vakti yerinde olan aziz, ahlaklı, bağımsızlık ve hürriyeti namus sayan, Allah'tan korkan Müslüman Türklerden başlayarak herkes güzel uykularından uyanmak mecburiyetinde, hemen şimdi.

Hitler yüzde 44'le iktidara geldiğinde Mesih kompleksi müthiş egosuyla besleniyordu.

Milyonlarca Müslüman Türk Kuran'da yazanlara gözlerini kapamış, birinin ötekini kâfirlikle suçladığı bir kısım dini cemaatlerin elinde oyuncak olmuşlar ve Irak'ta "Allah'ın gözüne parmağını sokmaya çalışan Amerika'yı" protesto etmeyi bile düşünmezken, tam tersi BOP'un eş başkanına yüzde 47 ile iktidar olma şansını vermiştir. Türk milleti "Mehdi"sini bulmuştur adeta.

Nasıl olur da Allah'ın adını ve Hazreti Peygamber'in ismini ağzından düşürmeyen bu millet İslam'ın en önemli düsturu vatan ve hürriyet kavramına başörtüsü kadar değer vermez hale geldi?

Rousas Rushdoony "Her hukuki sistemin arkasında bir Tanrı vardır... Kendi yöneticini seçtiğinde kendi Tanrı'nı seçersin ve hukuk için baktığın yerde senin Tanrı'n vardır" der.

Etrafınıza şöyle bir bakın. Ülkenin bütün meseleleri bitmiş ve bir tek "sivil anayasa"ya kalmış.

ABD 1929'da Kara Perşembe gününe nasıl girdi?

İnsanların hayatına giren yeni bir şey; kredili alım-satım. Bütün millet satın alımlarda borçla iş yaptı. Tüketim malları harcamaları artıp, borçlar faiziyle ödenmek durumunda olunca, ekonomi suni olarak canlandı. ABD önce büyük bir ekonomik ve ahlaki kaos daha sonra da İkinci Dünya Savaşı'nı yaşadı.

2002 yılı sonunda Türk milletinin kredi kartı-ferdi kredi borcu 12 milyar dolar iken, Eylül 2007'de bu rakam 80 milyar dolar.

Türk milleti taksidini ödediği otomobilini şeref ve namusu vatanın önüne almıştır. Mahalli olan milli olanın önüne geçmiştir.

ABD'de Kara Perşembe'ye giden süreçte 1915'lerde Beyaz Irkçıların kurduğu Ku Klux Klan en büyük halk desteğini 1920'ler ve sonrasında aldı.

1920'lerde ünlü işadamı Henry Ford "Siyon Büyüklerinin Protokolleri" adlı Yahudilerin gelecekle ilgili projeleri olduğu iddia edilen kitabın basımın finanse etti. Yahudi düşmanlığı o günden bugüne Amerika'da açık veya gizli ama hep vardır.

ABD borsası öyle bir tavan yapmıştı ki, artık ayakkabı boyacıları bile borsanın insanı nasıl zenginleştirdiğini konuşmaktaydı. Bir suikaste kurban giden Başkan Kennedy'nin babası her gün Wall Street'te ayakkabısını boyayan boyacının sorusu üzerine kendi kendine: "Bu iş ayakkabı boyacısına indiyse, ABD batıyor demektir" der ve o gün borsadaki bütün hisselerini satar. Ertesi gün Kara Perşembe patlar ve Kennedy'ler batmaktan kurtulur.

Türkiye'ye bakın Allah aşkına. Ayakkabı boyacısından 26 milyon açlık sınırındaki insanımızdan, 26 dolar milyarderimize, esnaftan 170 milyar dolar zenginliği olan 100 işadamımıza "borsa-döviz-faiz" üçgeninde geyik yapıyor.

Ama şunlar pek konuşulmuyor. 2006 sonunda 66 milyar dolar olan sıcak para (yabancı kısa vadeli döviz) Ağustos 2007 sonunda 91 milyar dolara çıktı. Yabancıların borsada 55 milyar dolar, devlet iç borçlanma kağıtlarında 31 milyar dolar ve YTL ve döviz cinsinden olmak üzere bankaların mevduat hesabında beş milyar doları var. Ve hangi gün, hangi saatte kaçacak diye dizlerimiz titriyor?

Ekonomimiz yabancıların hoyratça insafına terk edilmişken siyaseten etrafımızda neler oluyor?

AB, Fırat ve Dicle'nin egemenlik haklarını bana bırak derken, Kıbrıs'ı ver derken, "Ermeni soykırım" ilmeğini boynumuza geçirmek isterken… BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) denen Tevrat-İncil kehanetlerine dayanan "Tanrı projesi" Kuzey Irak'a giremezsin, PKK'ya dokunmazsın, Kerkük-Musul çevresinde yaşayan 3.5 milyon Türkmen'i unut derken…

Evanjelist Hıristiyan-Kabalist Yahudi seçkinci grupların yönetimindeki ABD ve İsrail, Irak'ta yaptıkları soykırımı "Bu karanlık ve aydınlığın savaşı. Babil ve Kudüs savaşı" diye tanımlarken ve "Kudüs üzerindeki savaş politik değil, bu bir kehanet! Yabancı politik güçlerin savaşı değil bu! İlahi bir savaş" (Michael David Evans, The American Prophecies) naraları kulaklarımızı tırmalarcasına içinde bulunduğumuz coğrafyanın nelere gebe olduğunu bizlere yeterince anlatmıyor mu?

Sağcı, solcu, bir vakit, beş vakit veya hiç namaz kılmayanlar, dedesinin kim ve nereden geldiğine takmayıp "Bu vatan benim, ben Türküm" diyenler. Bir elimizde Kur'an bir elimizde Nutuk ve Bilge Kağan'dan 1400 yıl öncesinden bir ses: "Ey Türk titre ve kendine dön."

--------------------------------------------------------------------------------

RAHİP LORENZO VE TÜRKİYE

 

 

R.Kaan KURT                                                                                                            22.09.2007

Sinemalarda gösterime giren bir filmden söz edeceğim.

Goya'nın Hayaletleri.

1985 yılında "Oscar" kazanan "Amadeus" adlı filmin yönetmeni Çek Yahudisi Milos Forman'ın yönettiği Goya'nın Hayaletleri, engizisyoncu rahip Lorenzo'nun DÖNÜŞÜM hikâyesini muhteşem bir görsel şölen eşliğinde anlatıyor.

Ünlü İspanyol ressam Francisko Goya'nın yan karakter olarak işlendiği Goya'nın Hayaletleri, 18. Yüzyıl İspanya'asını ve döneme damgasını vuran engizisyon mahkemelerini ve Katolik zulmünü anlatıyor.

Hair, Guguk Kuşu, Amadeus ve Aydaki Adam gibi başarılı filmlerin usta yönetmeni Milos Forman seyircileri 18. Yüzyılın İspanya'sına, engizisyon mahkemelerinin zulmüne ve Katolik Hıristiyanlık adına insanlara yapılan işkencelere götürüyor, dinin nasıl istismar edildiğini "kör göze değnek" misali seyircinin gözüne sokuyor.

Ressam Goya'nın ilham perisi olan Ines, engizisyon mahkemelerinin arkasındaki güçlü rahip Lorenzo tarafından toplumsal değerlere aykırı davranış ile suçlanıyor.

Suçu bir akşam yemeğinde domuz eti yemeyi reddetmiş olmak olan Ines'i engizisyonun işkence çarklarına götürüyor ve mahkûm ediliyor.

Milos Forman, "Çekoslavakya'da komünist rejim ile Katolik engizisyonu arasında birçok paralellik vardı" diyor.

Yine Forman'ın anlattığına göre, engizisyon dönemini anlatan bir film ne İspanya'da ne de Fransa'da bugüne kadar yapılmamış. "Sanırım onlar geçmişlerinin bu kısmının tekrar ortaya çıkmasından utanıyorlar" diye sürdürüyor sözlerini Milos Forman.

Film boyunca, Rahip Lorenzo engizisyoncu rahiplikten "inançlı" bir aydınlanma savunucusuna dönüşüyor. Bu filme iktidar ve döneklik analizi olarak da bakabilirsiniz.

1792 yılının İspanya'sından Napolyon'un askerlerinin İspanya'yı işgaline….

Açıkçası "A Milkmaid in Bordeaux" gibi tabloların ünlü ressamı Goya ve güzel ilham perisi Ines bahane, rahip Lorenzo'nun dönüşümü şahane.

Lorenzo öyle bir "dönüştüm-değiştim" diyor ki hangi "iktidarın taşeronluğunu" seçerse, yani İspanya kralının veya işgalci Napolyon'un iktidarında zerre kadar utanmadan "o ve onun" sözcüsü oluyor.

"Dinci" Lorenzo'yu Lorenzo yapan tek bir özellik var: Müstehzilik ya da sinisizm.

Başlangıçta doktriner, acımasız bir Katolik engizisyoncu olan rahip Lorenzo; İspanya'nın başına gelen bütün musibetlerden, başlangıçtaki gücünü kaybeden engizisyonu sorumlu tutuyor. Engizisyon ile Katolik Hıristiyanlığını aynı görüyor. Aksi halde din elden gidecek. Filmin sonuna doğru Napolyon'un işgaline uğramış İspanya'da Lorenzo, dönüştüm ve değiştimi büyük aydınlanmacı olarak vurguluyor.

Batı aydınlanmasının temelinde Katolik Hıristiyanlığı, yani dini red vardır.

Milletlerin çalkantılı geçiş dönemlerinde her toplumun kendine özgü rahip Lorenzoları var. Türkiye'nin Lorenzolarını bir nebze daha yakından tanımak istiyorsanız bu filmi mutlaka seyretmelisiniz.

 
   
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol